18 Mart 2013 Pazartesi

Orta Avrupa 1 - Prag

Lafa dümdüz gireyim, Prag kesinlikle hayatımda gördüğüm en güzel şehirlerden biri. İlk ziyaretimi Ocak 2009'da Prontotour vesilesiyle gerçekleştirmiştim bu şehre, hatta biz oradayken meşhur "van minit" hadisesi meydâne gelmişti. İlk yolculukta yanımda o zamanki hanımın olmasından ve aramızın o sıralar limoni olmasından dolayı öyle çok fazla keyif alamamıştım maalesef. Bu sefer gelişim ise muhteşem oldu gerçekten!


Yukarıdaki logosundan hissedebileceğiniz sevimlilikteki bir hostelde kaldım. Hayatımda ilk defa tek başıma hostelde kalmaya gidiyordum, dolayısıyla heyecan da vardı. Tabii odaya girer girmez 3 tane adamın daha orada olduğunu görünce heyecan söndü biraz. Yine de hemen iki tane Yeni Zelandalıyla oturup muhabbeti kurduk. Geç saatte gelmiş olduğum için sadece dışarı çıkıp Hint yemeği yedik (o da bir ilkti benim için, sarımsaklı ekmekleri çok efsaneymiş) ve hostele döndüğümüzde onlara tavla öğrettim. Esas olay ertesi gün olacaktı.

Ertesi gün buz gibi bir havada etrafı gezmeye başladık. Klasik birkaç tur attıktan sonra günün ilk ilginç olayı geldi başıma. Devin isimli arkadaşım "bana İtalyanca çok iyi, mükemmel falan nasıl denir onu öğretsene" dedi, ben de ona "perfetto, grande!" diye söyledim. O an farkına varmadım, ancak tam önümüzden elinde bir buket çiçekle geçen bir hatun bu lafı kendi üzerine alınmış ve yüzüne muhteşem bir gülümseme yayılmış. Bu olaydan hemen birkaç dakika sonraysa arkamda Türkçe "ay şuna baksana saçları ne güzel! ay çok tatlı!" gibisinden laflar duydum. Bir süre istifimi bozmadım çünkü arkadaşı bekliyorduk. Ancak arkadaş geldikten sonra yola çıkmamız gerektiğinde arkamı dönüp "teşekkür ederim!" dedim ve az önceki güzel lafları sarf eden hanım arkadaşımız karikatür kıvamına geçti. Cevâb veremedi.

Arkadaş geldikten sonra yola çıkmamız gerekti demiştim, nereye gittik? Yine bana bir ilk yaşatmaya, hayatımın ilk hokey maçına! Devin diye bahsettiğim arkadaşın eskiden profesyonel olarak hokey oynamasının gazıyla gittiğimiz maç Slavia Prag - Brno maçıydı ve tam ringside biletler yaklaşık 15-20 TL civarına geliyordu yanlış hatırlamıyorsam. Kasımpaşaspor maçına gidemezsin burada o fiyatla.


Lakin içeri girince anladık biletlerin ucuz olmasının sebebini, meğersem deplasman takımıyla beraber oturuyormuşuz. Deplasman takımı Kometa Brno, Çek Cumhuriyeti'nin en önemli ikinci şehri olan, yani her zaman Prag'ın gölgesinde kalan Brno'nun hokey takımı. Slavia Prag'ı Slavia'da yenmeye gelmişlerdi, biz de onlara katıldık. Hatta "Praglılar puşttur" anlamına gelen tezahüratlarda bile bulunduk. Maç hakikaten kıran kırana geçti, bir sürü yerde kavga çıktı, taraftarlardan birinin bir polisin suratına kutu kola fırlattığını görünce içimin yağları eridi falan ama 6-2 yenilmekten kurtulamadık maalesef. Molalarda, aralarda vesaire Alice Cooper'dan Rush'a kadar her şeyin çalınması da çok hoşuma gitti ayrıyeten.

Ertesi gün nispeten sakin geçti (gece değil). Akşama doğru BarışaRock 2006 festivalinde (2007 de olabilir) tanıştığımız İstanbul metal camiasının saygıdeğer figürlerinden, benim de çok sevdiğim Adil abiyle buluşup kendiliğinden musluklu masaların olduğu bir bara gittik. Adil abinin anlattığına göre burası bir barlar zinciriymiş, ayrıca her bardaki her masanın tükettiği bira miktarı projektörlerle yansıtılıyor ve bu bir yarışma haline getiriliyordu. Biz oturduğumuzda 54 bira tüketmiş bir masa vardı birincilikte, dolayısıyla birinci olan ne kazanıyor onu öğrenemedik. Ama fikir çok hoşuma gitti, atıyorum üç kişisiniz, üç ayrı hesap istiyorsunuz, herkes ne kadar doldurursa o kadar ödüyor. Ne ödeyeceğin de yazıyor gözünün önünde sen doldurdukça. Şahane.


Gece Chapeau Rouge isimli bir barda Amerikalılarla tanışıp muhabbet ettik, ve bar gece 3'e doğru kapandığında ertesi gün Prag'dan ayrılmadan önce yapılması gereken bir şey vardı, gece hiçbir turist veya turist avcısı yokken gidip o güzeller güzeli Charles Köprüsü'nü görmek. Köprü yukarıda gördüğünüz gibi bir şeye benziyor, bir hayli göz kamaştırıcı yani. Saat 3 buçukta vardık ve yürümeye başladık. Öbür ucundan geriye dönerken Zelandalı arkadaşlarım birbirini "hadi lan çıplak yürüyelim, sen yürürsen ben de yürürüm" şeklinde gaza getirmeye çalışıyorlardı. O gaza ben geldim ve bir anda soyunuverdim, sadece ayakkap ve donumla kalmıştım. Çok hızlı bir şekilde onlar da aynı moda girdiler ve köprüde şarkı söyleyerek yürümeye başladık. Onlar memleketlerinden yerel bir Mauri şarkısı söylüyorlar, ben de Gül Döktüm Yollarına söylüyordum.

Köprünün başladığımız ucuna tam olarak dönmeden giyinmeye karar verdik, taksicilerin bizi o halde görüp polis çağırmasını istemiyorduk. Matt isimli arkadaşım ayakkabısını çıkarmadan pantolonu onun üzerine giymeyi denedi, başaramadı tabii. O debelenirken Devin de onun fotoğrafını çekip şantaj malzemesi olarak kullanmaya çalışıyordu. Gençlik şakaları yapılırken birbirlerini kovaladılar elbette ve bir an gözden kayboldular. O andan sonraki anda ise tıpış tıpış geldiklerini ve arkalarında da iki polisin geldiğini gördüm. Polisler hemen kimlik istediler, biz uzattığımızda almadılar, niyetleri üstü hala çıplak olan Matt'i darlamaktı. Bir yandan da gülmemek için ağızlarını ısırıyorlardı. Kamera sistemiyle bizi gördüklerini belirttikten sonra ceza ödememiz gerekeceğini söylediler. "ABİ NOLUR YAPMAYIN ABİ"lerimize dayanamayıp "bi daha olmasın" diyerek çekip gittiler.

Bir Prag gezisi de böyle geçti, yakın zamanda tekrar dönebilmeyi ümit ediyorum.

Biz kimiz?

Biz kimiz?

Yerinde bir soru. Öncelikle "biz" diye bir şeyin olmamasından başlayalım. Biz = ben, saçlarım ve göbeğim olmak üzere ayrılmaz, çılgın bir üçlüyüz. Saçlarımla beraber göbeği olabildiğince dışlamaya çalışıyoruz, ancak başaramıyoruz. Arayışlardayız.

Neden bu blog?

Geçen sene Lyon'da öğrenci kılığında tatil yapıp hayatımın en güzel senesini yaşarken, Ulusal Ajans denilen bir örgütün bana hibe ettiği bir sürü parayı dev bir savurganlıkla habire görmediğim yerleri görmek için harcadım. Esasında bu mevzubahis sene dahilinde birkaç şehri birden fazla defa gördüğüm de olmadı değil. Neyse efendim, bu maceraları basitçe "hayatın bir lütfu" olan algılayıp bunu "hayat da sana güzel ekiekieki keranacı" diye yorumlayan şahısların dışında olan birkaç aklı başında arkadaş (sevgili dostum Burak Doğramacı nasıl olduysa kendini bu topluluk dahilinde bulmayı başardı) bana, "abi bir blog aç da ne gezip ne görmüşsün okuyalım" teklifinde bulundular. O sırada bunu yapıp da olayları naklen anlatmaya üşendim. Ufukta herhangi bir gezip görme ihtimalinin gözükmediği bu zamana kaldı. Yanımda götürdüğüm ufak deftere artık ne yazdıysam, oralardan kalan hatıralarla anlatacağım. Aynı zamanda yakın gelecekte gerçekleştirmek istediğim dünya turu projesinin de ilk adımı olarak görmek istiyorum bunu. Ondandır yani.

Mühim bir şeyler anlatacak mısın?

Hayır. Gördüğüm yerlerle ilgili genel bir iki şey, şu güzel bu güzel, o yemek iyi bu yemek iyi, kaldığım yerlerle ilgili de bir iki yorum.

Now Playing: The Mount Fuji Doomjazz Corporation - Elevator of the Machine.